Günah Şehri New Orleans

Ev arkadaşım Sinan ile beraber Spring Break sırasında 9 gün için ABD’nin en enteresan şehri New Orleans’a araba ile gitme fikri ilk başta hayal gibi geldi. Sonuçta haritaya defalarca baktık, Georgia’lı vatandaşlara fikirlerini sorduk, 24 saat yolu kafada tarttık, düşündük, taşındık, kafamızı kaşıdık ve bir gece Amerika’nın tam ortasında kalmak şartıyla yola çıkmaya karar verdik.

İlk gün insanların aksanları anlaşılmaz oluncaya kadar ilerleme konusunda prensip kararına vardık. Sonunda Knoxville, Tennessee’de benzinci adamla anlaşmak normalin üç katı zaman alınca kuzeyden yeteri kadar uzaklaşmış olduğumuzu anladık ve iki tane yatağı olan en ucuz konaklama yerini aramaya başladık. Scottish Inn ve Budget Inn çekişmesini gecesi adam bası 15 dolar, MTV ve telefonla Scottish Inn kazandı. Resepsiyondaki Hintli amcanın Müneccim Efendi’nin evinde kahvaltı etmiş gibi “New York’tan geliyoruz” deyince “Cornell’e mi gidiyorsunuz?” diye sorması gecenin notları arasındadır.

Mississippi eyalet sınırına varıncaya kadar beklediğimizin aksine etrafta tek değişen ağaçların cinsleri oldu. Filmlerdeki bol tozlu kasabalar da Mississippi’ye kadar görünmediler. Tabii başka bir fark da güneyin lakayıt polislerinde idi. Pennsilvanya’dan çıkıncaya kadar bütün arabalar en fazla 60 mille giderken, Virginia’dan sonra (canım vatanimdaki gibi) hız limitini sürücünün altındaki araba sınırlamaya basladı.

Lakayıt polisler gibi hesaplamayı düşünemediğimiz saat farkının da sayesinde New Orleans’a beklediğimizden çok önce vardık. Sonsuz bir köprü üzerinde 10 dakika kadar araba kullandıktan sonra şehre tahminimize göre arka kapıdan girdik!

Bourbon Street

Burası Ön Kapıdan Giriş

Etrafın döküntülüğü ve pisliği çocukluğumuzun Miami Vice dizisinde uyuşturucu şebekesinin üretimhanesini aramak için gittikleri mahalleleri andırıyordu.  Etrafta görülen tek beyaz kişi yanımdaki koltukta oturan Sinan’dı. İçi kırılmış bir meşrubat şişesi kasasından potayla basketbol oynayan bir dudağı yerde bir dudağı gökte zencilerin de yanından geçip bir köşeyi döndükten sonra durum aniden değişti. Evler zenginleşti, arabalar daha bir parlak oldular. Sonunda Tulane Universitesi’ni şehrin göbeğinde bulduk.

Aslında bizim bildiğimiz, gördüğümüz üniversitelerden çok bir yaz kampı veya tatil köyü havası hakimdi. Ithaca’da kar yağarken Tulane öğrencileri mayolarını giymiş çimlerin üstünde güneşleniyorlardı. Yurtlar binayı çevreleyen balkona açılan oda kapıları ile Şile’deki motellere benziyor, insanlar kapılarının önlerindeki hamaklarında uyukluyorlardı.

Tulane’de mimari okuyan lise arkadaşım Barış’ı beklerken okulu gezmeye başladık, campus store’da dolanırken birden dışarıdan gelen caz sesi yüzünden çalışanlar kapıları kapatmak zorunda kaldılar.  Biz tabii   merakla hemen müziğe doğru ilerledik.  Müziğin geldiği yerde 20-25 tane gangster kıyafetli adam, yanlarında 30’larda geçen filmlerdeki hafifmeşrep siyah dantelli kıyafetli kız arkadaşları, arkalarında davul, trombon, ve trompet çalan 3 müzisyen ile sarhoş adımlarla dans ederekten çimlere çıktılar. Tabii biz de arkalarından seğirttik. Bu arada bizi bulan hiperaktif arkadaşım ve evsahibimiz Barış üstümüze atlayıp çeşitli primitif sevgi gösterileri yaptıysa da kendisi ile ilgilenmeyip gangsterlerin peşinden gittik.

Sonradan öğrendiğimize göre gördüklerimiz SAE fraternity‘sinin bir gösterisi imiş. Al Capone’un SAE üyesi bir adamının patronunun emrini dinlemeyerek SAE kardeşlerinden birisini öldürmediğinden dolayı kendi kellesinin gitmesini kutluyorlarmış. Helal vallahi.

Bates Motel

Bizim Motelin Benzeri
Neyse Ki Duşlar Güvenli İdi

İnsanın kaslarını Levent Kirca’nin suratı gibi yapan müziği geride bırakarak Barış ile birlikte arabaya atlayıp kalacak yer aramaya basladık.  Son dakikada gelmeye karar verediğimizden rezervasyon yapmamıştık.

İlk önce gittiğimiz youth hostel‘dan hemen vazgeçtik çünkü kapıdaki adam arabamızın içinde görünürde birşey bırakmazsak camının kırılmayacağını söyledikten sonra bizi içinde bizden baska yolda görsem karşı kaldırıma geçeceğim  6 kişi olan bir odaya götürdü.  Biz de 10 dolar daha verip en azından gece boğazlanma korkusu olmadan uyumaya karar verdik.  Sonuç olarak Rose Inn denen uzakdoğulu bir ailenin evleri gibi yönettiği minik bir motelde kalmaya karar verdik.  Motelde akşam 24’ten sonra ana kapı güvenlik amacıyla kilitleniyordu – zavallı motel sahipleri 5 gece boyunca yataklarından kalkıp uykulu uykulu bize kapıyı açmak zorunda kaldılar.

French Quarter

New Orleans’ın Meşhur Balkonlarından Birisi

Tabii eşyalarımızı bırakır bırakmaz New Orleans gece hayatını görmek üzere French Quarter denen mahalleye gittik.  Aceleci gezgin olmanın avantajı: otelden hemencecik çıkmamız sayesinde (en azından ilk gece) kafalarımızda böceklerin yürüdüğünden bihaber mışıl mışıl uyuyabildik!

French Quarter 1700’lerde kurulan ve 1803’te Napolyon tarafından Amerikalılara satılan eski bir Fransız sömürgesi olup hala Fransızlığını az da olsa koruyan New Orleans’ın kartpostallardaki kısmı.  Fransız muhibi arkadaşım Barış’ın buraya gelmesinin bir sebebi de bu olabilir diye düşüyorum.

French Quarter’da binalar iki katlı.  İkinci katlarda ince ince işlenmis trabzanlarıyla çok hoş balkonlar var. Renkler ise genelde uçuk pembe, koyu turuncu gibi güneyi çağrıştıran renkler.  French Quarter’ın ana caddesi olan Bourbon Street Amerika’nin her tarafından gelen içki meraklısı Amerikalı turistler için yaratılmış.  Bütün sokak ışıklı tabelalarıyla dikkat çeken gece klüpleri, kapılarından insani içeri çekmeye çalişan bıyıklı meksikalı kılıklı adamları (bkz. From Dusk Till Dawn) olan striptiz barları ve her tür eğilime hitap eden seks shopları ile dolu.  Sokaklarda caz çalıp para toplayan zenciler de eksik değil.  Bazen bir dilenci gelip “Size şarkı söyleyeyim para verin” dedikten sonra cevabı beklemeden söylemeye başlıyor (bu şekilde bilabedel bir Stand By Me dinleyebildik), bazen de birileri “Esrar ister misiniz?” diye üstümüze atlıyorlar.

Bahsetmeden geçemeyeceğim Preservation Hall denen bir “yer” var. Yer dedim çünkü bar değil içki yok, konser salonu değil oturacak yer yok. İçeriye sadece 30 kadar kişi girebiliyor ve yerlerdeki minderlerde yer kaldıysa oralara oturuluyor. Genelde yaşlı (ama içlerinde gençler de var) cazcılar adam başı 3 dolar gibi çok ucuz bir fiyata her biri 30 dakika kadar süren konserler veriyorlar.  Insanlar genelde ilk konseri ayakta, ikincisini ise öndekiler kalkınca minderlerde yer kapışarak dinliyorlar.  Sanırım New Orleans’da gittiğimiz en ilginç yer.

Preservation Hall

Konserve Holü Cazbandı’nın Genç Delikanlıları
Buena Vista’nın Caz Versiyonu da Diyebiliriz

Yer yer New Oreans’in yerli müziği olan Cajun (Keycın) veya Zydeco çalan barlar da var.  Çok neşeli bir müzik, genelde Fransızca söyleniyor.  Gene sokaklarda kadınların nehirde çamasır yıkamakta kullandıkları tırtırlı demir çitileme parçasını bir tahta çubukla tırırık tıktık (tıktık hızlı okunacak) diye çalıp, tap dance yapan zenci çocuklar da mevcut.  Barlara girerken Amerika’nın her tarafında sıkı bir şekilde riayet edilen 21 yaşında olma kuralı New Orleans’da yumuşamış durumda.  Bol miktardaki gey barların bazılarının (mesela Oz) dışlarında yanlış anlaşılma olmasın diye “Dikkat, burası bir gey bardır!” gibi yazılar var, böylece içerideki ekranlardaki gey pornosundan rahatsız olacaksanız girmiyorsunuz.

Biz Mart ortasında New Orleans’da olduğumuzdan, birkaç hafta önceki meşhur Mardi Gras’nin (Mardigra) eğlenceleri devam etmekteydi. Mardi Gras aslında birçok festival/karnavalın yapıldığı katolik oruç süresinin başlangıç günü.  İyi bilinenleri Rio, Venedik ve New Orleans karnavalları.  Bir nevi ramazanı beklemeden yapılan şeker bayramı gibi düşünebiliriz.  New Orleans’daki ABD’nin en meşhuru olduğu için her sene azmak isteyen Amerikalıların akınına uğruyor.  300 senelik bir gelenek ama zamanla şekli biraz değişmiş.  Buradaki kullanılan ana mekan da French Quarter’daki Bourbon Street.

Biz 2 hafta geç kaldığımız için etrafta kostümlü kimse yoktu.  Bizim şahit olduğumuz eğlence daha çok teşhircilik ve röngencilik üzerine idi: Bourbon Street’in barlarının balkonlarına çıkan insanlar ellerinde boncuk kolyelerle yoldan geçen karşı cinsten insanlarla tezahürat eşliğinde pazarlık yapıyorlar.  Pazarlık sonucunda kolyenin güzelliğine orantılı güzellikte bir vücut parçası halka teşhir ediliyor.  Haliyle insan yolda aval aval yürürken hiç beklemediği anlarda, hiç beklemediği güzelliklerle karşılaşabilmekte.  Öte yandan alkolün de etkisiyle kadınlar erkeklere, erkekler kadınlara laf atıyorlar ama herşey kibarlık sınırları dahilinde.  Claudia Schiffer’in Amerikalı kuzeni olabilece bir hanımefendinin erkek arkadaşı tarafından zorla ikna edilerek soyunmuş olması her bakımdan ilgimizi çekti.

New Orleans’a gelince tabii ki Mississippi’yi de görmek istedik.  Kafamızdaki Huckleberry Finn ve Tom Sawyer dizilerindeki nehre pek benzemiyordu.  Yüzen yandan çarklılar vardı ama suyun rengi Haliç’ten biraz daha koyu bir kahverengiydi, kıvamına, kokusuna veya tadına ise bakmak istemedim.

Hayal kırıklığımız sonrasında bari bir New Orleans yemeği yiyelim deyip bulduğumuz güzel görünüşlü bir restorana girdik.  Tavada timsahın tadı lastikimsi kalamar gibiydi.  Böylece Mister No’nun öldürdüğü timsahları neden yemediğini de anlamış olduk.  İçinde ne olduğunu bilmek istemediğim cambalaya pilavı ise güzeldi.  Saf ve bakir bir anadolu çocuğu görünümlü garsonumuz sağolsun çok yardımcı oldu. Şef Piyer Usta’yı da buradan bir kere daha kutlamak isterim. Blackened Chicken’ı bana perhizimi bozdurdu.

Sonunda kısa tatili bitirip 2 günde 30 dereceden 10 derece Ithaca’ya dönmek zorunda kaldık.  New Orleans bende çok iz bıraktı: rahatlıkla söyleyebilirim ki Amerika’da gördüğüm en ilginç, en karakterli ve en eğlenceli şehir.  Biraz ters yerde kaldığı için az turistin veya çoğunlukla içmek sapıtmak isteyen Amerikalıların ilgisini çekmesi şanssızlık.

Ithaca, 1996

One Reply to “Günah Şehri New Orleans”

  1. mmmm,new orleanssss…… aaahhhh, o gunahlar ve en buyuk gunahkar macit baris saner….

Yorum Yazınız / Leave a Reply