The God of Small Things (Küçük Şeylerin Tanrısı), Arundhati Roy

Bence yazarliga en paralel mesleklerden birisi mimarliktir. Mimarlar tipki yazarlar gibi detaylari isleyerek yasarlar. Bazen bir binanin tasarimi icinde kullanilacak kul tablalarindan cay kasiklarina kadar yapilabilir. Bizim kireclenmis bir eski boru diye baktigimiz seyi bir mimar, “Su tesisat borusunun estetigine bak” diyerek pis beyaz torbalar icinde kilometrelerce tasiyabilir. Bazen mimarlarin cizdigi o kafadan atilmis gibi duran sekillerin ardinda yuzseksen sayfalik tez dolduracak kadar dusunce vardir. Icabinda bu satirlarin yazarinin maketin yapismasini saglamak icin koymus oldugu artik kartondan bir dikey parca mimarlarin 30 dakika araliksiz tartismasini saglayabilir.

Yazar Arundhati Roy Yeni Delhi’de oturan bir mimar. The God of Small Things (Kucuk Seylerin Tanrisi) ise ilk romani. Ve romandan mimar detaylari fiskiriyor. Mimari detaylar degil, mimar detaylari. Zira anlatilan ailenin icinde yasadiklari evi gozumun onune getiremiyorum. Hikayenin nerdeyse tamaminin gectigi tozlu Hint kasabasini gorsem tanimam, hatta Guney Hindistan bitki ortusunden de pek bahsedilmiyor. Fakat mesela hikayedeki ikizlerin cocuksu oyunlarinin detaylari insana zaman zaman hikayeyi yazanin 30 yasinda bir kadin degil de 7 yasinda bir kiz cocugu oldugunu dusunduruyor. Mesela ikizlerden kiz olani Rahel’in cok kiskandigi yari Ingiliz kuzeni Sophie’ye pis bir bakis firlattiktan sonra cok mantikli bir amac ugruna yerde tek sira yuruyen kirmizi karincalari ezisinin anlatildigi su paragrafa bakiniz:

“Rahel put on her sunglasses and looked back into the Play. Everything was Angry-colored. Sophie Mol, standing between Margaret Kochamma and Chacko, looked as though she ought to be slapped. Rahel found a whole column of juicy ants. They were on their way to church. All dressed in red. They had to be killed before they got there. Squished and squashed with stone. You can’t have smelly ants in church.”

Juicy karincalari katlettiren sebep: karincalar kiliseye gidiyorlardi ama, kilisede pis kokan karinca olmamalidir ki…

Hikaye 50lerden gunumuze kadar Guney Hindistan’da geciyor. Kotu bir evlilik sonrasi iki elinde minik ikizleri ile Ammu boynu bukuk, baba evine donmek zorunda kaliyor. Fakat baba evinde kizini koruyacak baba kalmadigi icin kompleksli kardesi Chacko, hasetli Teyzesi Baby Kochamma ve sert anne ile birlikte kocasindan da ayrilmis olmanin utanci yuzunden basi egik gunlerini geciriyor.

Ikizlerin dayisi Chacko, Oxford’a burs ile gittikten sonra bir restoranda garson olan cilli Margaret’i ilk gulduren erkek olarak onunla evlenip, kizi Sophie’nin buyuyusunu goremeden (aile sirketi Paradise Pickles and Preserves’u batirmak uzere) Hindistan’a donmus. Universite’de tanistigi Marksist felsefe fakir Hindistan’da fabrika sahibi koklu bir hiristiyan bir aileye pek uymasa da, Chacko Marksist parti toplantilarina katilip ileri gelen komunistlerle hasir nesir olmayi surdurmus.

Teyze Baby Kochamma yasak askini elinden kacirdiktan sonra evlenmemis, kendisini uydu antenden seyrettigi Amerikan dizilerine, bahcesine ve evin entrikalarina vermis.

Yasli anneanne ise dedenin olumu sonrasinda gittikce korlesen gozleri ise oglunun capkinliklarini gormezken, kizinin dokunulmazlar kastindan bir kolsuz isci ile olan yasak askini hic gozden kacirmamis.

Ve butun bu karisikligin icine Ingiltere’den (tabii ki) begenmedikleri Hindistan’a istemeye istemeye gelen kuzen Sophie ve Ingiliz yenge Margaret’in yarattigi rekabetin ustune kuzen Sophie’nin ani olumu ile birlikte kucuk ikizlerin akillari yaslarinin kaldiramayacagi kadar karisiyor.

The God of Small Things yasak asklarin hikayesi. Bu yasak asklar ustelik katmerli yasak asklar. Hikayede sadece yuzyillarca o koca ulkeyi bolen yasaklar degil, evrensel yasaklar da cigneniyor…Ama yasak cezasiz kalmaz. Bu cezalar baska yasak aslari doguracak olsalar bile.

Roman baslarda biraz agir. Tipki o sicak Hint kasabasindaki rutubetli hayat gibi. Sik sik gecmise geri gidisler ile orulmus hikaye ucuncu dunya ulkelerinin dinamikligini pek gostermeyen kasaba sayesinde aslinda cok da siritmiyor.

Fakat sirlar yavas yavas aralandiklari zaman, roman da hizini alip okuru icine cekiyor.

Bu roman Hindistan gezim sirasinda aldigim modern Hint edebiyati serisinin bir parcasi. Serimin baska bir onemli parcasi olan Salman Rusdu’nun Geceyarisi Cocuklari (Midnight’s Children) romanini da andiriyor zaman zaman. Rusdu, romanini Hindistan tarihi ile cerceveliyor, Roy ise Guney Hindistan’in kendine ozgu komunizminin gelisimi ile. Marksist parti bolunmeye ragmen iktidar olunca bizim aristokrat ailenin isci kadin tacizcisi, Oxford mezunu, Marksist, bekar dayisi da ailenin tek gecim kaynagi tursu fabrikasini kurtaramiyor.

Benim Rusdu’nun kaleminden olunca cok sevdigim buyusel gercekcilik (magic realism) denen stil ikizlerin arasindaki telepatik bag ile guzelce kullanilabilecekken biraz kisa kesilmis. Yazarin editorunun (Pankaj Misra, bugunlerde kendi kitabi, The Romantics de yayimlandi) bu stile Rushdie-itis ismini takmasi acaba Roy’un elini kolunu mu baglamis diye dusunmekten kendimi alamadim.

Orhan Pamuk Oteki Renkler’de biraz da kucumseyerek ikinci dilinde yazan yazarlarin kelime oyunlarini cok sevdigini soylemisti. Ben Hintli yazarlarin ikinci dilinde yazdiklarini dusunmuyorum. Cunku yazarlarin icinden cikmis olduklari ust kast Hintlilerin evlerinde Ingilizce cogunlukla birinci dil. Ama Arundhati Roy bol kelime oyunlariyla Orhan Pamuk’un tesbitini hakli cikariyor. Bence kelime oyunlarindaki israrin sebebi yillarca ezilmis Hintilerin Ingilizceyi bir Ingiliz’den daha iyi kullanabilecegini gosterebilme hirsi. Ayni sekilde, kitap boyunca esmer Hintlilerin cilli Ingiliz Margaret’e cilt rengi yuzunden ne kadar hayran olduklarinin yaninda, kendi ustunluklerini gostermek icin cabalamalarini da gorebiliyorsunuz. Ama ne Rusdu’nun ne de Roy’un kaleminde bu oyunlar igreti durmuyor, cunku ikisi de bu isin ustalari gibi yaziyorlar.

Kucuk bir detay olarak da Rusdu’nun Midnight’s Children’indaki “sevgili Padma”’si gibi bir Padma bu tursu fabrikasindaki iscilerden birisi. Ama cok daha kucuk bir rolde. Cesitli sebeplerden kafada cikan seytan boynuzlari gibi iki cikinti/sislik iki hikayede de mevcut. Rusdu’nun insanin icine isleyen sembolizmi, burda insanin icini kemiriyor. Rahatsiz edici semboller kitap boyunca okurun kabusu oluyorlar. Killi bacakli bir bocek, karanliklar arasindaki korlugu vurgulanan yavru yarasa gibi.

Gorulmemesi imkansiz feminist tema da var tabii. Insan “Hindistan’in tasrasinda egitimli bir kadin feminist olmasin da n’olsun?” diye sorabilir. Ammu kurallarin cok kati olarak cizildigi bu toplumda, delikanli caginda bir erkek gibi davranarak kalbini ve hormonlarini dinliyor. Bunun karsiliginda hem kendi, hem sevgilisinin hem de cocuklarinin hayatlarini tehlikeye atip cevresindeki herkesi mahvediyor, ama inanmadigi toplum kurallarini da umursamama cesaretini gosterebilmesi takdire deger.

Isin icine bir de en pozitif ozelligi sirtindaki ciller olan Ingiliz gelin tarafindan ikinci plana atilmak girince, ikizlerimizin hem annesi hem babasi durumundaki Ammu artik acik vermeye basliyor, ve hikayedeki suclar bir bir dokuluyor. Maalesef feminizmi Ammu’nun ancak suc ortagi olarak kaliyor.

The God of Small Things acikli ama Gule Gule filmindeki gibi insanin gozunun icine sokarak acikli degil. Detayli cunku hem mimar, hem de bir kadin gozu ile yazilmis bu roman insani icine yavas yavas cektikten sonra suyunu cikarip birakiyor.

Not: The God of Small Things 1997’de yazilmis. Yazarina ilk kitabi ile Booker Odulu’nu kazandirmis.

New York

Yorum Yazınız / Leave a Reply