Kıprıs

Bu sene bayram tatili kısa, ben de yoldan, uçaktan, trenden, taksiden, bavuldan, otelden, bahşişten bıkmış durumdayım hele vize mize hiç uğraşacak halim kalmadı – lakin Seha’nın zoruyla biryerlere gitmemiz gerekmekte… Seha emrivaki yapti ve Kibris Türk Havayollarından biletleri aldı, otel rezervasyonunu yaptı. Bana da bok yemek düştü.Giderken son dakika Asım arkadaşımın da Kibris’a niyetlendiğini öğrendim, aradim hemen. Megersem Asım Kıbrıs eksperiymiş de haberim yokmuş. Annesi, ablası ve cicegi burnunda karısı Senem’i de gezdireceği icin güçlerimizi birleştirmeye karar verdik.

Havaalanı yeni yapılmış, özelliksiz de olsa temiz ve düzenli olmuş. İnince pasaport istemiyorlar, kimlik kafi, bir de iniş kağıdı gibi birşey veriyorlar. İngiliz polisi kılıklı polisler kağıdı damgalıyorlar ve giriyorsunuz!

Bavullarımızla çıkıyoruz, karşımıza bir taksi şoförü ordusu çıkıyor. Meğersem Kıbrıs’a düzenli gelen kişilerin muhakkak tanıdıkları bir taksi şoförü oluyormuş. Taksiler nispeten ucuz ve toplu taşıma kötü olduğundan gerekli birşey bu.

Bizi de havaalanının çıkışında Asım’in adami İlhan karşıladı, Asımlar İlhan’ın arabasına bindiler, İlhan sağolsun bize de bir arkadaşini ayarladi ve 60 yaslarinda bir cift ile dolmuş yaparak yola çıktık.

Ilhan aslen Antakya’lı, ama 14 senedir Kıbrıs’taymış. Kuzeni Girne’de iş bulunca ona haber vermiş, o da atlamış gelmiş. O güne kadar kuzenini hiç görmediği için Taşucu’ndan kalkan feribota binerken sözleştikleri üzere kırmızı bir atkı takmış, kuzeni de yakasina karanfil yerleştirmiş, limanda birbirlerini eski stil sevgiliiler (veya bugünün chat ilişkilerindeki) gibi tanımışlar.

Kibris’ta havaalanindan sonra ilk dikkatimi çeken şey bütün taksilerin yeni ve güzel olması oldu. İngilizlerden kalan bir alışkanlıkmış. Yollar çok temiz ve guzeldi, soförler de Türkiye’de görmeyeceğimizi kadar saygılı. Türkçe konuşulan ama farklı bir ülkede olmak ilginç bir his oldu – tabii trafiğin de “yanlış” taraftan akması da bu hissi kuvvetlendirdi.

Türkçe deyince Kıbrıs’lıların aksanı çok farklı değil. Bizim uzattığımız harfleri uzatmamaları en dikkatimi çeken şey: “baadem” yerine “badem” gibi. Sonradan okuduğum bir gazetede bir dilbilimci amca Kıbrıs aksanının Orta Anadolu aksanına benzediğini yazıyordu. Gelen türkler daha çok oralardan gelmiş. Dolayısıyla Kayseri, Niğde civarlarında olan “nazal n” denen n onlarda da var. Nazal n ne derseniz Sakıp Sabancı karikatürlerinden “geliyong, gidiyong” n’sini düşünebilirsiniz. Zaten eski harflerde bunun için ayrı bir harf de var ama yeni harflere geçerken unutulmuş. Aynı yazıda bu nazal n’nin anlamının da farklı olduğunu öğrendim. Mesela “arabanın” derseniz herhangi bir arabadan bahsediliyor. Halbuki nasal n ile “arabaning” derseniz senin araban demek.

Orada bulunduğum süre boyunca Türkiye gazeteleri dışında yerel gazeteleri de okudum. Üç tip yerel gazete var: Türkiye taraftarı, Türkiye karşıtı ve çıplak kadın gastesi. Kıbrıs’ta çok asker var acaba Bulvar Gazetesi ulaşmıyor mu diye düşündüm.

Girne (Kyrenia)
Girne’ye varınca Kıbrıs’a gelen Türkiye türkü turistlerin durumunu hemen gördük. Bizimle taksiyi paylaşan çiftin kadın olanı taksiciye döndü ve “Evladım beni Rocks’ta bırak” dedi. Ben anlayamadım önce ama sonra kocasına dönüp “sen de bavulları yerleştirince gelirsin” deyince durum anlaşıldı. Teyze 3 günlük bayram tatilinde kumar vaktini maksimize ediyordu! Kocası “peki sultanım, tabii sultanım” manasına gelen birşeyler mırıldandı ve otele varınca homurdanarak bavulları taşıdı.

Bizim otelimiz Girne’nin içinde eski birkaç evin birleşmesiyle yapılan bir butik oteldi. Caminin hemen yanında limana da belki 50 metre mesafede. Alman bir kadın işletiyordu ama sahibi miydi anlayamadık. Odamız fena değildi ama bu tür yerlerde odadan çok kahvaltıya önem veririm – ki kahvaltıda portakal reçeli ve hellim peyniri eksik değildi. İşletmeci kadın da oldukça şeker ve yardımcı olmayı seven birisiydi. Ama bir ara konuşma esnasında bize Türkiye’den gelen turistleri şikayet etmeden duramadı. Bu kumar turistleri genelde garsonlara ve diğer çalışanlara çok kötü davranıyorlarmış, odaları da çok pis bırakıp gidiyorlarmış.

Girne Limanı Belki De Adanın En Güzel Yeri

Saat daha erken olduğu için vakit kaybetmeden otelden çıkıp limana indik. Limana giden yollar dar, arnavut kaldırımlı şirin yollardı. Mevsiminde çok daha güzel olacağını tahmin ediyorum zira biz ordayken aralarda kalan küçük kafeler restoranlar kapalı idi.

Kıbrıs’a giden gelenlerden insanların çoğunun bankamatik memuru ve/veya uyuşuk kişiler olduğunu duyardım. Girne’de bütün Bayram boyunca Girne Kalesi hariç turistik mekanlar kapalıydı. Dükkanların da önemli bir kısmı kapalıydı. Ocak ayında da olsak tam da turistlerin geleceği zaman hertarafı kapatmak nasıl iştir anlayamadık ama sonuç olarak biz de kendimizi yemeğe verdik.

Biraz pazarlık sonrası limanı ve kaleyi yukarıdan gören bir restorana kendimizi attık. Ben meşhur şeftali kebabını denedim ama hayalkırıklığına uğradım, balık ise iyiydi. Rakı Türkiye’den geliyordu.

Yemek sonrasında da limandaki bar/cafe karışımı yerlerde oturduk. Ocak olmasına rağmen hava gayet iyiydi. Yazın dayanılmaz oluyordur herhalde. Soğuk Efeslerimizi yudumlarken her an sofradan kalkmış gibi duran Hasan Celal Güzel elinde erkek çantası ile kendi kendine (herhalde “Girmişken hepsini neden almadık yahu? Ama bu da hiç yoktan iyidir. Dur şu Dom Otelin karşısındaki restoranda bir şeftali kebap yiyeyim en iyisi” diye düşünürken) gülümseyerek yanımızdan geçti.

Akşam Asım bizleri Kıbrıs’ın kumar olayıyla tanıştırmak istediğini söyledi. Malum Kıbrıs maalesef bizim oralarda kumarıyla tanınıyor, artık ithalat serbest bırakıldığından alışveriş için Kıbrıs’a gitmeye gerek kalmadı. (Çocukken anneannemin nasıl taşıdıysa bir tencere takımıyla Kıbrıs’tan döndüğünü hatırlıyorum.)

Neyse sonuç olarak en meşhur yerden başladık ve Jasmine Court Oteli’ne gittik. Bütün kumar otellerinde olduğu gibi burada da yemek içmek eğlenmek bedava idi. Açık büfeden bir güzel tıkındık, içkimizi aldık ve kumar makinalarının arasına dağıldık. Yemekte Asım bir başka kumar klasiği olan hızlı kazanılan parayı hızlı harcamaya yardımcı olan ablalardan da birkaç tane gösterdi.

Kumarla olan ilişkimi yazarsam Jasmine Court’ta ne kadar kaldığımızı ve ne yaptığımızı tahmin edebilirsiniz. İlk kumar denemem üniversite sırasındaki Kaliforniya tatilimizde oldu. Las Vegas’ta 20 dolarla Red Kit’te “tek kollu haydut” denen makinalarda net 40 dolar kazanmıştım. Parayı cebe attım ve dönüşte Türk Öğrenci Derneğine bağışladım. Ama bağışlarken bir hata yaptım ve o zamanki başkanımız Rüzgar’a bir Cuma akşamı elden verdim. Meğersem Rüzgan o anda sarhoşmuş ve parayla hemen kendisine ve arkadaşlarına bira almış. Haydan gelen huya gitmişti.

İkinci seferde de kayınpederimin 50. yaşgününde Bahamas’ta kendisi bizlere bir akşam kumar için destek parası vermişti de onu Seha da ben de direk cebe atmıştık.

Tek bildiğim kağıt oyunu papazkaçtıdır. Eskiden pis yedili ve pişti de oynamıştım ama şimdi pişti bir davette iki kadının aynı elbiseyi giymesinden başka birşey ifade etmiyor bana.

Sonuç olarak Jasmine Court’u da şöyle bir gezdikten sonra otelimize döndük.

Girne Kalesi
Girne Kalesi bütün KKTC’deki en iyi durumdaki tarihi eser galiba. Zamanında Osmanlı donanması Kıbrıs’ı alırken Girneliler savunma yapmadan teslim olmuşlar. Bunun sayesinde kale neredeyse yapıldığı zamanki gibi. Müthiş eski bir kale değil, Bizans kalıntılarının üstüne Luzinyanlar duvar yapmışlar, onların üstüne de Venedikliler. Bir kule Luzinyan tipi birisi Venedik. İçerideki St. George Kilisesi meşhur tapınak şövalyeleri tarafından kullanılanılmış. Kalenin altındaki zindanlar ise 60’larda İngilizler tarafından bile kullanılıyormuş.

Olacak Sey Degil! Girne Kalesi Bayramda Bile Açık

Kalenin içerisinde ayrıca (nasılsa) açık olan bir Neolitik çağ müzesi var. Girne civarındaki kazılardan çıkanlara göre Neolitik Çağ hayatını tasvir ediyor, güzel bir müze. Ayrıca bir odasında da 2300 yıl önce hemen oracıkta batmış bir gemiyi yeniden birleştirmişler.

Başka bir odada kaleyi kullanmış çeşitli ülkelerin askerlerinin kostümleri var. Zindanlarda ise oradaki tutsakların korkunç olması gereken ama daha çok gülünç olabilen bir canlandırmasını yapmışlar.

Girne Çevresi
İkinci gün erkenden kalkıp Asım ve Senem ile buluştuk. İlhan dördümüze hızlı bir Kıbrıs turu yaptıracaktı. Önce Girne’den çıkıp hemen yakındaki Kıbrıs Barış Harekatı’nın çıkartma mahaline gittik. Etkileyiciydi. Rumlardan kalan topların, tankların arasından geçtik, tertemiz ve özenli anıtı okuduk, müze tabii ki kapalı idi.

Arkada Harekatta Asılan Besparmak Dagları Duvar Gibi

Oradan Gazimağusa’ya (Famagusta) devam ettik ama önce Girne civarını anlatayım. Kıbrıs’ta üç ana şehrin arasındaki yollar birbirine benziyor. Etraf önce İngilizlere yönelik çalıştıkları belli olan emlakçılarla ve inşaat malzemesi satıcılarıyla dolu oluyor. Şehirlerden biraz çıkınca narenciye bahçeleri var ki bazılarında portakallar toplanmadıkları için yerlere dökülüyorlar. Aralarda tek tük pavyonlar var. Daha sonra ise yolun iki yanı bomboş ilerlerken uzaklardaki köyleri görüyorsunuz. Bazı köylerde kocaman kiliseler boş duruyorlar. Bazıları ise camili türk köyleri.

Girneden yarım saat mesafede iki muhteşem kale ve bir manastır var. Biz arabamız müsait olmadığından kalelerden sadece St. Hilarion’a gidebildik. Çok güzeldi ama Buffavento Kalesi daha güzelmiş (turistin laneti: her zaman gidemediğin yer daha güzeldir zaten). Eskiden bir kaleden ötekine dumanla işaret verilirmiş.

Yolda giderken solda bir tepenin üzerinde harika bir bina göreceksiniz. Makarios’un eviymiş. Zaten okuduğum kadarıyla Kıbrıs’ın bütün güzellikleri kuzeyde kalmış. Makarios da güzel yer kapmış doğrusu (Denktaş’tan az olmasın). O kadar tarihi harika bakımsızlıktan çürür dururken güney’in zenginleşmesi ve kuzeyin de yavaş yavaş betonlaşması çok üzücü.

St. Hilarion
St. Hilarion kalesi bütün güney sahiline hakim bir şekilde Beşparmak Dağları’nın tepesine kondurulmuş. Giriş kısmından bakınca kaleden çok uzun bir duvara benziyor. Biz gittiğimizde maalesef sis vardı ve ön taraftan ancak Girne görülebiliyordu.

St. Hilarion Kalesi Sisler Içinde Kartal Yuvası Gibi

St Hilarion inzivaya çekilip o civarda bir mağarada ölen bir keşişmiş. Bizanslılar da 10. yy’da Arap korsanların saldırılarına karşın kartal yuvası gibi yere (denizden 730 metre yüksekte) kilise ve kaleyi kondurmuşlar. Daha sonra kale Luzinyan kralları tarafından büyütülmüş. Bu Luzinyanlar kim derseniz Robin Hood, Kral Arthur vs. hikayelerinde ortaya çıkan ve asayişi sağlayan bir Aslan Yürekli Rişar vardır hani, onun kuzenleri imiş. Rişar (Richard III) haçlı seferlerine giderken yolda Kıbrıs’ı alıp Fransız soylusu olan kuzenine emanet etmiş.

St. Hilarion kalesini daha sonra adanın hakimi olan Venedikliler beğenmediklerinden kendi haline bırakmışlar. Günümüzden yaklaşık 30 yıl önce de kıbrıslı türkler EOKA’cılara karşı kaleyi kullanmışlar!

Ben De Prens John Olsam Adamlarımı Buradan Atardım Vallahi

Kalenin en yüksek yerine Prens John Kulesi (Antakyalı bir abimiz olur kendisi) deniyor. Şekspirlik bir hikayesi var: Prens John kardeşi Peter’ı öldürtür. Peter’ın karısı Elanor ise intikam için önce John’u bulgar fedailerine karşı (seni kesecekler diye) doldurur ve John 24 bulgar fedaisini tek tek kuleden aşağı attırır. (Hikayeye göre bir tanesi ölmez.) Tabii Elanor korumasız kalan John’un işini halleder. Bu kısmı gezerken pencerelerden görülen manzaraya hayran kalmamak imkansız.

Gazimağusa (Famagusta)
Kaleden çıkıp dağların üstünden ovaya geçtik ve doğuya döndük. Bir süre bilgisayarınıza Windows ilk yüklendiğinde (wallpaper tabir edilen) arka planda çıkan resme benzer bir manzarada yol aldık: açıkmavi gökyüzünde tek tük beyaz kümülüs bulutları altında yeşil bir ova.

Ardından Gazimağusa’ya vardık. Gazimağusa’nın surlarından içeri girerken aklıma İtalya’da gördüğümüz Ferrara şehri geldi. Ufak bir şehir olmasına rağmen ve aslında fazla birşey de olmamasına rağmen güzel korunmuştu ve “bir ortaçağ şehri” olarak pazarlanıyordu.

Gazimağusa ise hiç pazarlanmamasına ve bütün Kuzey Kıbrıs gibi bakımsız olmasına rağmen bu haliyle bile muhteşem bir şehir. 13. Yüzyılda dünyanın en zengin şehri olduğu iddia edilen Gazimağusa’nın etrafı çok iyi korunmuş surlarla kaplı ve merkezde adeta bir açıkava müzesi var. En zengin zamanlarında Avrupa – Kudüs arasındaki gemiler doğal bir liman olan Magusa limanında dururlarmış.

Venedik Surları Için Internetten Bu Resimle Idare Ediniz

Belki de bilinen en eski “Karın seni aldatıyor. Bir dost.” Hikayesi olan Shakespeare’in Othello’sunun Famagusta’lı olduğu iddia ediliyor. Zamanın venedikli valisinin ismi Christophoro Moro imiş. Shakespeare abi ise bu Moro = Moor (Mağripli) kelimesine kanıp Othello’yu zenci yapmış. Bu abi güzel fakat sadakatsız karısı Desdemona’yı öldürmüş. Desdemona yunanca “kara bahtlı” gibi bir anlama geliyormuş. Bugün Gazimağusa’da bir Desdemona parkı da var.

Başka bir iddiaya göre de Leonardo da Vinci burayı ziyaret ettiğinde savunma duvarlarının tasarımı konusunda Venediklilere yardımcı olmuş.

Bahis konusu surlardan geçip parkettik ve kısa bir yürüyüşle Lala Mustafa Paşa Camii’ne vardık (St. Nicholas Katedrali). Hemen oradaki pizzacıda öğlen yemeğimizi yedik (tavsiye ederim).

Ardından o zamana kadar gördüğüm tek gotik camiiyi gezme şansım oldu. Bir tane de Lefkoşa’da var ama onu göremedik. Cami Luzinyanlar tarafından kilise olarak yapılmış (1300’lerin başında). Luzinyan kralları önce Lefkoşa’daki St. Sophia Katedralinde (Selimiye Camii) “Kıbrıs Kralı” olarak, ardından da burada “Kudüs Kralı” olarak taç giyiyorlarmış. Tabii kral olmak kolay değil.

Gotik Cami Olur Mu? Olurmus

Bina orijinal olarak doğu – batı aksında ince uzun bir kilise olarak yapıldığı için camiye çevrilip merkez kıble yönünde kalınca oranlar tutmamış. İmamın bütün cemaatini göz hapsinde tutması için bir balık olması gerekir.

Camlar ve pencereler olduğu gibi korunmuş, çok güzel. Zaten ben gotik mimariden korkmama rağmen pek severim. Üniversitedeki ilk senemde yurt odam böyle bir binanın çatı katındaydı zevkten domuz gibi yemek yeyip 10 kilo almıştım.

Magusa Açıkhava Müzesi

Biraz ilerleyince gene çok güzel bir kiliseden çevirme olan Sinan Paşa Camii’ne (St. Peter & Paul) bakabilirsiniz. Şu anda kullanılmıyor ve içine girmek maalesef mümkün değil.

Sinan Pasa Camisinin Kapalı Oldugunu Duymasın

Tekrar arabamıza bindik ve rumlarla meşhur pazarlık yerlerinden birisi (hatta en önemlisi olan) Maraş’a (Varosha) dışarıdan şöyle bir baktık. İçeri girmek ve resim çekmek yasaktı. (Aşağıdaki resimler internetten indirmedir).

Şu anda yüzlerce harap binadan oluşan Maraş bana savaş sonrası Beyrut’u hatırlattı. Harabe olmuş ve boşaltılmış bir zamanlar zenginlik içerisinde yüzden boynu bükük dev binalar… Aslında iki şehrin ortak bir kaderi de var. 1969-70’te Beyrut savaş yüzünden boşalınca bölgenin eğlence merkezi Maraş olmuş.

Türkler daha çok Magusa merkezinde şimdiki kısımlarda otururken rumlar daha güneydeki mahalle olan Maraş’a yerleşmişler. Şimdi bakınca son derece lüks oteller ve evler yıkılmış, terkedilmiş ve hiçbirşeye 30 yıldır dokunulmamış!

Iddialara Göre Içeride Servetler Gömülüymüş

En etkileyici görüntülerden birisi hemen dikenli tellerin ardında kalmış bir bar idi. İçinde insanlar varken kaçıp bırakılmış gibi duruyor. Neon ışıkları her an yanabilir sanki. Zaten hikayelere göre Maraş evlerinin içinde okunurken açık bırakılmış kitaplar, yanarken kül olmuş sigaralar, 30 yıldır kurumakta olan çamaşırlar var. Kıbrıs dedikodularına göre şu anda Maraş’ta orada burada saklanmış servetler var ve o yüzden kimse içeri sokulmuyor! Tabii Evren Paşa bizlere neden alındığını açıkladığı için biz bunlara inanmıyoruz.

Maras Enkazı – Eskiden Tower Imis

Gazimağusa’da daha uzun kalmak isterdim ama kısa gelmiştik. Arabamıza atladık ve Kıbrıs’ın Efes’i olarak bilinen devasa tarihi şehir Salamis’i bir sonraki seyahate bırakarak Lefkoşa’ya doğru yol aldık.

Lefkoşa
Maraş ve Gazimağusa bir trajediyse Lefkoşa uykuda bir kabus gibi geldi bana. Maraş ölü bir şehir ama Lefkoşa canlı ve can çekişiyor gibi bir hali var. Ekspres Kıbrıs turu yaptığımız için görmek istediğim müzeyi ve Selimiye Camiini atladık ve direk yeşil hatta vardık.

Bayram olduğu için Lefkoşa’da askerliğini yapan gençler her taraftaydı. İlhan bizi bir parktan geçirip tam sınırdaki bir çay bahçesine oturttu. Masamızın önünde tel var, telin aşağısı yaklaşık 8 metrelik bir duvar ve duvarın öteki yanı Güney Kıbrıs! Yanımızdaki asker gençler güneyde yürüyen bir Birleşmiş Milletler askeri kız hakkında konuşuyorlar. Arabalar vızır vızır, telden atlasak ordayız ama girmemiz yasak!

Yeşil hattın altında evler bakımlı, yollar yeni, ağaçlar budanımış ama benim hoşuma gitmeyen bir cins yapaylık var o tarafta. Sanki dünyanın kara parası gelince aceleyle kuzeyden baksınlar da görsünler diye yapılmış modern ama adanın uzun ve görkemli tarihine yakışmayan yapılar her tarafta.

Güneyde Kalan Karakterli Binalardan Birisi ve Arkadaki Vinç

Kuzey ise harap ama romantik. Güzel taş binalar var, üstlerinde girmeyin yıkılır yazıyor. Yarı tropik iklimde iyice azmış ağaçlar ve bitkiler her yönde büyümüşler. Sanki bugün sorunlar çözülse ve insanlar para harcamaya kıyabilseler, başta da kontrollü bir büyümeyi organize edebilecek geniş ufuklu dünya görmüş bir lider olsa kuzey cennet olacak gibi.

Yesil Hattın Hemen Üstünde Yesil Panjurlu Ev

Aradan bütün o bitmez tükenmez sonuçsuz konuşmaların ne alınıp ne verildiği belirsiz pazarlıkların yapıldığı Ledra Palas Oteli görünüyor. Sınırda bir toprak futbol sahası var. İlhan’ın iddiasına göre bazen iki taraftan askerler orada maç yapıyorlarmış.

Ledra Palas’ın Üstünde Kara Bulutlar Var

Tellerin arasından güneye bakarken üniversitedeki güney kıbrıslıları düşünüyorum. Yunanlılar türkleri sevmez diye bilirdik ama türk nefreti sözkonusu ise kıbrıslıların eline diaspora ermenileri dahil kimse su dökemez diye düşünüyorum. Bir grup kıbrıslının bizim eve girip arkadaşlarını almaları gerekirken türk evi diye girmediklerini hatırlıyorum. Öte yandan bizim okulun elektrik mühendisliği departmanındaki adam başına düşen 10 kilo kızdan birisi olmasına rağmen hayali Lefkoşa’da gece klübü işletmek (!) olan Despina canayakın bir kızdı. Daha önceden düşünmüş olsam belki günübirlik kuzeye gelirdi de bir görüşmüş olurduk diye hayıflandım.

Güney kıbrıslıların nefretini anlamıyor değilim. Çocukluklarından beri “canavar türkler geldiler bizi kesip evlerimizi ellerimizden aldılar” diye yetiştiriliyorlar. Üstelik televizyonu açıp türk tvlerin görüyorlar, radyolarda bizi dinliyorlar. Kuzeye baksalar dağın yamacındaki dev KKTC bayrağını görüyorlar. Üstelik yunanlılardaki türkler işgal edecek paranoyasının daha fazlası da söz konusu zira durmadan bekledikleri o işgal olsa kaçacak yerleri de yok.

Benim anlamadığım bu şekilde 40 yaşına gelmiş bir halk varken nasıl daha birleşmeden, beraber yaşamadan falan söz ettikleri. Anketlere bakarsanız türklerin öcü olmadığını bilen yaşlılar beraber yaşayabileceklerini düşünüyorlar zaten, ama gençler nefret dolu. Ne ekerseniz onu biçiyorsunuz. Papadopoulos ve Makarios gibileri şimdi kendilerin pat diye birliğe alan enayi AB’yi de arkalarına aldılar ve şımarlıklıkları tavana vurdu.

Bu yazıya resim ararken bazı rum sitelerini gezdim, içlerinde sadece nefret ve hınç gördüm. Annan planına “Ohi” (N’ayır n’olamaz) demeleri çok normal. Ama aslında ne istediklerini merak ediyorum. Kendi istediklerini tamamı kabul edilse turklerle bir arada yaşamayı nasıl becerecekler?

Bunları düşünürken arabaya binip öteki yoldan geri Girne’ye dönüyoruz. Yolun üstünde Bellapais Manastırı’na uğrayacağız.

Bellapais
Arkasını dağlara yaslamış önüne Girne üzerinden Akdeniz’i katmış bir gotik mimari ürünü olan kilisenin ismi ironik polarak Abbaye de la Paix’den geliyormuş. Kuranlar Selahaddin Eyyubi 1187’de Kudüs’ü alınca oradan kaçan Augustinyan keşişleriymiş ama görülen binanın çoğunu 3. Hugh isimli Luzinyan kralı yaptırmış. Osmanlı zamanlarında bina Rum Ortadoks Kilisesi’ne verilmiş.

Bellapais – Etrafında Pıtrak Gibi Biten Sitelerden Önce

Kilisenin güzel manzaralı yemek odasında şimdi klasik müzik konserleri veriliyor, çok bilgili bir rehber amca da turistleri gezdirme görevini üstlenmiş. Galiba bayramda Kıbrıs’ta tek çalışan kişi bu amca.

Bellapais’ten aşağıya inince kısa süre sonra tekrar Girne’ye varıyorsunuz. Aslında Gazimağusa’nın tarihi güzelliklerini saymazsak bence en güzel şehir Girne. Hem hareketli hem kale civarı güzel korunmuş. Zaten Kıbrıs’ta hiçbirşeye dokunulmadığı için hertaraf güzel korunmuş diyebiliriz. Ama boşluıklara acımasızca site dikiliyor ayrı.

Girne’nin hemen doğusunda çok güzel plajlar varmış ama tabii Ocak ayında gitmek nasip olmadı. Sahilden iyice doğuya (adanın tava sapı denen ince kısmına doğru) gidince (Karpaz Yarımadası) turist hatta insan da kalmıyormuş.

Adaya varmadan önce internetten oraları bisikletleriyle gezen bir ingiliz karıkocanın yazdıklarını okumuştum. Gece çadırlarında uyurken nal seslerine uyanıp ayışığında koşuşturan bir yabani kıbrıs eşeği sürüsü görmüşler!

Karpaz Yarımadasından Eseksiz Bir Manzara

Kıbrıs’tan ayrılırken bir daha geleceğime emin olarak ayrıldım. İstanbul’dan bir saat uçuşta bir cennet Kıbrıs. Aslında yazın gelinirse cehennem de olabilir. Ülkenin her tarafında yıkılıyor durumda da olsa tarihi eserler var. Üstelik Türkçe konuşuluyor ve pasaportsuz gidilebiliyor.

Hırvatistan’ın turistik sloganı “Akdeniz, bir zamanlar olduğu gibi” imiş. Bence bu sloganı asıl hakeden yer Kuzey Kıbrıs. Ama hızla “Kumburgaz, bugünkü gibi” olmadan birilerinin el atması iyi olur!

Istanbul

2 Replies to “Kıprıs”

  1. Kıbrıs çok güzeldir. Erenköy dışında heryerine gitmişimdir, her senede tatile giderim. Antalya , Bodrum halt etmiş. Neden oralarda yüzlerce insanla tatil yapayım ki, mis gibi Kıbrıs varken..

  2. Ben kıbrıstan musti yaptıkların geziler olsun yazdıkların olsun cok ilgimi cekti ve gerceğini söylemek gerekirse beni derinden etkiledi.Beni bu konu hakkında aydınlattığın icin sana cok teşekkür ederim numaramı yazıyorum her konuda yardıma hazırım 05428746201

Yorum Yazınız / Leave a Reply