Malaga

Eskiden İspanya’nın üç güzide mekanı Mallorca (mayorka okuyunuz), Marbella (marbeyya okuyunuz) ve Malaga’yı (bildiğiniz gibi veya Yunancada bol miktarda kullanılan küfür gibi okuyunuz) birbirlerine benzedikleri için karıştırırdım. Artık sadece Marbella ve Mallorca’yi karıştıracağım zira 2008 Mayıs’ında Malaga’ya gittim. İş için gittim ama yarım gün şehri gezdirdiler; zaten ufak bir şehir olduğundan yarım gün kafi geldi.

Bir mesleki derneğin Avrupa’daki şemsiye derneğinin yıllık toplantısına gittiğimden Avrupa’nın bütün ülkelerinden delegeler vardı. AB düzenlemeleriyle ülkeler arasındaki standartlar standartlaştırıldığı için herkesin derdi aynıydı, dolayısıyla toplantılarda rekabetten ziyade dostane bir hava hakimdi.

Malaga Sokak

Malaga Sokakları Taştan

Yunan delegesiyle bile dostane konuşabildik – gözlemlediğim birçok yunan erkeği gibi ego sorunlarından muzdaripti. Sürekli olarak Yunan derneğinin ne kadar süper olduğunu anlattı durdu. Kendine güven güzel birşey tabii ama her konuda kendini Sezar zannetmeye de gerek olmamalı. Adamla konuşurken 11 yaşında Londra’da tanıştığım ve tenis yerine yüzmeye gitmeyi tercih ettiğim için beni “bizim ülkemizde çok güzel plajlar olduğu için ben yüzmeye gitmiyorum” diye küçümseyen Yunanlı keko geldi.

Birinci gün toplantı bitince iki otobüse doluştuk ve 10 dakikada subtropik ağaçlarla çevrili yollardan geçerek şehrin eski kısmına vardık. Eski kısım Endülüs’teki diğer şehirlere benziyordu. Daha önce Endülüs’e geldiğimiz zaman Malaga’ya çok yaklaşmıştık ama gelememiştik. Çok da birşey kaçırmamışız aslında; Malaga daha çok Costa del Sol’deki beton kaplı kumsallara giderken durak olarak kullanılıyor.

La Manquita

La Manquita

La Manquita veya Tek Kollu Bağyancık

İki otobüs dolusu kişi rehberlerimiz eşliğinde dar ve bakımlı sokaklardan yürüdük ve şehrin katedraline vardık. Bizim gruptaki rehber yanımıza yanaşan dilencileri adeta döverek kovduğundan olsa gerek bana hiç yabancı gelmedi.

Katedralin en önemli özelliği kulelerinden birisinin parasızlık yüzünden bitirilememiş olması. Bu sebepten ismi La Manquita (tek kollu hanımcık) kalmış. İçi her katedralin olması gerektiği gibi korkutucu ve görkemliydi. Bazı kısımlarının üstüne iskele kurulmuştu, Ayasofya’nın bitmeyen restorasyonu gibi görünmeyen minik restorasyon adamları tarafından restore edilmekteydi. İç savaş sırasında bayağı bir zarar görmüş olduğunu rehberimizin gösterdiği resimlerden anladık.

Katedralin yerinde orijinal olarak bir Emevi camisi varmış, İspanyollar Malaga’yı alınca ivedilikle camiyi yıkıp katedrali dikmişler. Yapılma yılı olarak 1528-1782 arası veriliyor! Herhalde yapılmadan kasıtları inşaatın başlaması ile bitmeyeceğine karar verilmesi arasındaki zaman… Eminönü’ndeki Yeni Cami’nin de benzer bir uzun inşa hikayesi var ama onun bekleme süresi sadece 65 yıl ve en azından bekleyince bitmiş!

La Manquita

Sıkıysa İnanmayın!

Picasso ve Banderas
Katedralden çıktıktan sonra gene bakımlı ve karakterli dar sokaklardan yürüyerek şehrin iki meşhur evladının daha meşhuru Pablo Picasso’nun doğduğu eve vardık. Ev şehrin ana meydanlarından birine bakıyordu. Picasso’nun babası resim hocası ve müze küratörüymüş, evde onun da birkaç resmi vardı.

Picasso’nun gerçek isminin Pablo Diego José Francisco de Paula Juan Nepomuceno María de los Remedios Cipriano de la Santísima Trinidad Martyr Patricio Clito Ruiz y Picasso olduğunu öğrendik. Zagor’daki Çiko Felipe Ceryetano Lopez Martinez Gonzales gibi. İsminden de anlaşılacağı gibi aslında hafiften aristokrat bir aileden geliyor. Malaga’da fazla kalmamış, aile Pablo daha 10 yaşındayken taşınmış. Ama Malaga şehri kendisini tabii ki sahipleniyor. Şehirde müze haline getirilmiş olan bu doğduğu ev dışında bir de ayrı Picasso müzesi var.

Picasso Evi

Picasso’nun Doğduğu Ev

Şehrin ikinci meşhur evladı ise Antonio Banderas. Hani bir “Şimdiki meşhur futbolcu Bilalettin bizim mahallede sümüklü bir çocuktu, biz onu takıma almaz döverdik, herif gitti futbolcu oldu şimdi paraya para demiyor peeeh” muhabbeti vardır. Onun gibi ben de bu Banderas abiyi eski Almodovar filmlerinde keşfettikten sonra çok sevmeye başadım; kadınları görünce terleyen gözlüklü utangaç gençleri oynardı. Ardından Hollywood’a geldi, artist oldu, evlendi ve bozuldu. Şimdi yolda karşılaşsak selamımızı almaz.

El Pimpi
Malaga’nın ara sokaklarından yürürken El Pimpi isimli çok hoşuma giden bir lokantaya girdik. Keşke yemek saati olsaydı da yemeklerini de tadabilseydim diye düşündüm. Burası birbirine bağlı birçok odadan oluşan ve her tarafından tarih akan bir lokanta. Bina eskiden bir rahibe manastırıymış. Lokantanın dip odalarında şarap fıçılarının üstüne meşhur kişiler tebeşirle imzalarını atıyorlar, Antonio Banderas ile tek alakamız da o imzası oldu. Lokantanın iki girişi var, iddiaya göre sebebi paralarını içki ve eğlenceye yatıran borçlu kişilerin erketeden haber gelince hemen arkadan kaçabilmelerine imkan sağlamakmış. Alacaklıların arka kapıya dikecek bir adamları yok muydu yahu?

Mayıs’ta gelmiş olduğumuzdan pagan zamanlardan gelen bir baharı karşılama adeti olan ile çiçeklerden yapılan haç kapıya konmuştu. İçerideki mavi-beyazlı seramikler de çok güzeldi. Gece gelirseniz gerçek flamenko da varmış ama ben flamenkoyu sevmem zaten. Bu sefer geçen geldiğimiz zaman izlediğimiz saçmalıktan daha kalitelisini izledim ama gene de solist amcanın yanık sesi hariç beni açan bir aktivite değildi.

Banderas İmza

Antonio Banderas’ın El Yazısı Da Yakışıklı

Gibralfaro veya Alkazaba
El Pimpi’den çıkınca bu sefer şehrin eski merkezi olan tepeye tırmandık. Bunun tepesinde Emevilerden kalan Gibralfaro kalesi ve etrafındaki surlar (Alkazaba) vardı. Surların ismi Alkazaba yani el kasaba, kasaba arapça kale/sur demekmiş. Gibralfaro da Cebel kelimesinden geliyor, arapça dağ veya taş demek. Cebelitarık (Tarık’ın dağı) gibi.

Yukarı çıkılmasını hem tüm şehre hakim manzara hem de kalenin mimarisi açısından tavsiye ederim. Alkazaba Granada’da gidemediğimiz lakin karşıdan izlediğimiz Alhambra kalesine benziyordu. Zamanının kontekstinde arap mimarisinin çok insancıl olduğunu düşündüm. İçerisindekileri böcek gibi hissettirmek gibi bir dertleri yoktu. İslam’daki resim yasağı yüzünden gelişen ve özellikle kapı ve pencerelerde kullanılan sonsuz şekiller de ayrıca hoşuma gitti.

Gibralfaro Kalesi / Alkazaba

Al-Kazaba, Kebapçı İsmi Gibi İsim Koymuşlar Yahu

İçeriyi “Ehe ehe, hani harem neresiymiş?” diye sürekli sorarak dolaşan abaza Çekya temsilcisi Pavel ile birlikte dolaştıktan sonra etraftaki yoldan döne döne aşağı indik. Picasso Müzesi’ne gidecek vaktimiz kalmamıştı. Yürüyerek otobüsün bizi bıraktığı meydana döndük. Otobüs bizi otelimize geri götürdü.

Akşam Yemeği
Akşam için İspanyol delegasyonu şehrin dışında bir lokantada yemek ayarlamıştı. 20 dakika kadar şehrin kuzeyindeki dağlara doğru ilerledik. Otobüs ileride bir yan yola girdi ve Pembe Panter veya James Bond filmlerindeki gibi ağaçların arasında kaybolmuş bir malikanede durduk.

Malikane eskiden şehrin soylularından birine aitmiş. Enayi torunları o ebatta bir evde yaşamak pratik olmadığından evden çıkıp lokanta olarak işletmeye başlamışlar. Ben olsam dümdüz edip mis gibi rezidans yaptırır bir köşesine de havuzlu villamı koydurur etrafını da çevirirdim.

Mekan genellikle gruplara ayrılan bir yer gibi duruyordu, o gece ana yemek odası bize ayrılmıştı ama dışarıdaki çadırda devam eden bir nişan partisi vardı.

Malaga’dan deniz pek iç açıcı görünmese de nihayetinde deniz kenarında olduğumuzdan deniz mahsülleri ağırlıklı güzel bir mönü ayarlamışlardı. Önden ahtapot, karides, (nedense) somon, soğuk kuzu eti ve ismini sorar sormaz unuttuğum harika bir peynir vardı. Ana yemek olarak ahtapot carpaccio ve güzel bir domuz pirzolası ile bitirdik. Üstüne karışık tatlı ve kahve getirdiler.

Flamenko İşkencesi
Yemek üstüne de bir flamenko grubunu çıkardılar. Olay kısa sürede en sevmediğim noktaya geldi. Flamenkocular izleyiciler arasından tiplerini uygun (komik) bulduklarını dansa kaldırmaya başladılar. Soğuk soğuk terlemeye başladım. Sanki bir akraba düğünündeydik de anneannem “Hadi oğlum sen de çık azıcık ortaya, bak Müserret Hanım Teyze’nin torunu ne güzel dansediyor” demişçesine tedirgin hissetmeme rağmen herhalde etrafta benden daha ilginç birileri vardı da bana sıra gelmedi.

Sağolsun Çekya temsilcisi Pavel sarımtrak kılları dışında medeni cesareti de burnundan fışkıran bir tip olduğu için kendisi kaldırılmadan ayağa fırlayıp bir garibanı kurtardı. Kırmızı ve siyah puantiyeli etekli, topuz saçlı, kırmızı makyajlı esmer güzeli kızı çevire çevire dansçı olduğuna pişman ettirdi. Bir taraftan da ayaklarıyla tahta platforma o kadar çok vurdu ki flamenkocular daha fazla devam etmeye gerek olmadığına kanaat getirip programı bitirdiler.

Flamenko’dan hoşlanmadığımı söylemiş miydim? Ama şarkıcı ve perküsyoncu amcaya hakkını vermek isterim, yanık sesi yüksek tavanlı odayı inletti. Flamenko sonrasında sessizlik içinde konyaklarımızı içip otelimize döndük.

Ertesi günün toplantıları sonrasında beni havaalanına bırakan taksicinin sesi sonuna kadar açarak dinlediği naklen basketbol maçının üstüne Malaga’yı da görülecekler listesinden çıkardığımı düşündüm.

Turistik olarak gelmenin manası yok ama yolunuz geçerse en azından El Pimpi’de bir yemek yemenizi öneririm.

3 Replies to “Malaga”

  1. Hülya: Ben düğün yapmayarak sorunu kökten çözmüştüm 🙂
    Yalın: Senin durumun farklı ama bence her dansözün hedefi sen olmalısın

  2. benim de her daim kabusumdur dansozlu restoranlarda dansoz tarafindan cekilip sahneye cikartilmak

  3. yine çok keyif aldım gene okurken. flamenko işkencesini de tahmin ediyorum. düğünümde bile içki içerek zar zor oynadığımdan tahmin edebiliyorum.
    sevgiler

Yorum Yazınız / Leave a Reply