Bangkok – Yapış Yapış Bir Cumartesi

Üniversiteden Aurelien Boulet isimli bir Fransız arkadaşım var ama kendisine Erdoğan Gülle demeyi tercih ediyorum. Malum, Aurelien biz frankofon olmayan Türkler için telaffuzu oldukça zor bir isim. Ayrıca kendisini Türkiye’de çalışmaya ikna etmeye çalıştığım için ismini onun da rızasıyla Erdoğan olarak değiştirdim.

Erdoğan çokuluslu tabir edilen bir firmanın Tayland’daki bürosunda çalışıyor.

2005’te Tayland’a yollandığından beri bizi oraya davet eder dururdu. Şirketinin Bangkok’un müreffeh bir semtinde tuttuğu dayalı döşeli harika gibi bir dairede kalıyordu, fazladan bir odası da hazırdı. Üstelik her an başka bir ülkeye transfer olması söz konusuydu gitmezsek şansımız yanacaktı. Eh, sonunda uzatmalı sevgilisi Esther’i de sağ parmağına yüzüğü takarak yanına almıştı.

Erkek milletinin ekserisi gibi daima özgür kalacağı iddiasında yaşayan Erdoğan da yüzüğü takınca artık evdeki planların müştereken alındığını kavradık ve bayram tatili planlarımızı her Türk evladı gibi son dakikada yaparak 2006 yılının Ocak ayında 13 saat süren –hayatımızın en uzun– uçak yolculuğu sonunda, sıcak ve nemli bir Cumartesi sabahı, Bangkok’a vardık.

Adana mı Bangkok mu?
Ne zaman Adana ve sıcak konusu açılsa (ki Adana ve sıcak, Adana ve kebap, Adana ve Çukurova, Adana ve Orhan Kemal’den daha fazla açılan bir konudur), övünme mi, şikâyet etme mi karar veremediğim bir ses tonuyla babam, Adana’nın sıcağını dünyanın diğer sıcak yerleri ile karşılaştırmaya başlar. Ve elbette Adana’nın sıcağının daha kötü olduğu sonucuna varır.

Evet, Adana Mayıs’tan Ekim’e kadar çok sıcaktır. Uçaktan indiğinizde üzerinize gelen hava, bir an zannettiğiniz gibi, hâlâ çalışmakta olan uçak motorundan gelmemektedir. Yazın arabada kaset (!), gözlük, saat vesaire bırakılmaz. Yollarda gördüğünüz kolları alçılı insanlar sıcak yüzünden damda uyuyan ve uyku sersemliğiyle aşağı düşen insanlardır. Temmuz sonrasında akşam neminin %90’lara varmasıyla Adana gündüz bunaltıcı, gece ise boğucu bir sıcakla vatandaşı kavurur. Ayrıca ne gece ne de gündüz, Adanalı tabiriyle, “töbe esmez”. Adana’daki diaspora Kayserililerinden rahmetli Mehmet Dayım bu gibi günlerde “Bu akşam Adana’nın altındaki ateşe iki odun daha attılar” derdi.

İşte bu tarif etmeye çalıştığım dayanılmaz ıslak sıcağın üstüne hava kirliliğini ve muhteşem sokak restoranlarından gelen havadaki kesif yağ kokusunu eklerseniz ve o sıcağı senenin 10 ayına yayarsanız Bangkok’un atmosferini tahayyül etmeniz mümkün olur.

Böyle bir öğle vakti, Erdoğan ve Esther bizi havaalanından aldılar. Pasaport kuyruğundan lacivert pasaportlarımızı gururla göstererek vizesiz geçtik ve polis kadının bir hafta boyunca her yerde göreceğimiz cinsten gülümsemesiyle Tayland’a resmen ayak bastık.

Park
Şehrin genelinde olduğu gibi havaalanında da park sorunu söz konusuydu. İlginç bir çözüm bulmuşlar: park yerleri dolunca daha sonra gelen arabalar park edenlerin yanına paralel olarak ikinci sırayı oluşturarak park ediyorlar.  İkinci sıradakiler el frenini çekmiyorlar, lastiklerini de düz gidecek şekilde bırakıyorlar.  Şayet arabanızın çıkışına park edildiyse park eden arabayı yavaş yavaş itip yolunuzu açıyorsunuz.

Biz de bu şekilde, arkadaki arabayı iterek yolumuzu açtık, başka bir Bangkok klasiği olan yüzüne hava kirliliğine karşı beyaz doktor maskesi takmış park görevlisine paramızı ödeyip parktan çıktık.

Erdoğan spor delisidir. Evlerine varır varmaz bana jetlag’e karşı ideal bir çözüm olduğunu iddia ettiği koşuya çıkmayı tavsiye etti. Hemen hazırlandık ve apartmandan çıktık.

Yağ ve baharat kokan sokaktan döndük, televizyonda heyecanla Thai boksu izleyen taksicilerin bağırtılarını arkada bıraktık, bir üst geçitten İstanbul’dakiler gibi şehri kateden otoyollardan birini aştık, çamaşırlarını her boşluğa asmış Bangkokluların yaşadığı dere kenarındaki gecekondulara teğet geçen ahşap bir köprüden devam ettik ve sonunda şehrin ortasındaki güzel parka vardık.

Park spor yapan insanlarla doluydu. Bizimle aynı tempoda koşan izbandut gibi bir zenci abiyi tavşanımız olarak belirledik ve peşine takıldık. Koşumuza, George Bush’tan Jacques Chirac’a, Atatürk’ten Charles de Gaulle’e muhabbetimiz eşlik ediyordu. Bir ara toplu halde aerobik yapan yaklaşık 500 Taylandlı kadınla karşılaştık. Çoğu orta yaşlıydı ve oldukça hızlı tempolu bir euro-trash tekno eşliğinde en öndeki genç kadının yaptığı hareketleri taklit ediyorlardı.

Lumpini

Bizim İzbandut Tavşan Alis Harikalar Diyarında’daki Tavşan Gibi Kayboldu Galiba

Koşunun sonunda dönüş yolunda bir süpermarkette durduk ve içecek aldık. Tayland’da bile, süpermarketlerde satılan bütün içecekleri tanıyor olmak ve sonunda Türkiye veya Amerika’da da alabileceğim şeyi seçmek zorunda kalmak cahil bir turist olarak hoş olsa da meraklı bir turist için sıkıcıydı.

Ülkemizde özellikle Batıdaki hayata yüzeysel bir özlem duyanlar, Mc Donald’slarla, Starbucks’larla dünyanın gelişmiş kısmına benzememizden haz alıyorlar. Bu hazzı kınamıyorum, onlara göre bu bir gelişmişlik işareti ama bana bu hem çok banal geliyor hem de içlerindeki milliyetçi geçinenlerin nereye gittiğimizi fark edemiyor oluşlarına şaşıp kalıyorum. Gezip gezip yurda döndükçe bu küresel firmalar bana daha fazla batıyorlar. Aynen bu şekilde, Tayland’da da battılar.

Vertigo ve Mallika
Duşumuzu aldıktan sonra güzel bir yemek için dışarı çıktık. Öncelikle para bozdurmak istedim. Ana yolun üstünden geçen metro hattı yüzünden Mecidiyeköy’e benzeyen caddenin köşesindeki döviz bürosuna girdik ve elimdeki dolarları camekânın ardından gülümseyen kadına uzattım. Kadın dikkatle tek tek paraları inceledi ve aradan seçtiği iki tanesini, sahte diyerek bana iade etti. İtiraz edecek oldum ama Erdoğan durdurdu ve izah etti: bu klasik bir Taylandlı tavrıymış. Kadın o iki taneyi reddederek bize işini ciddi yapan birisi olduğu mesajını vermiş! Birkaç gün sonra, aynı bürodan, kalan o iki banknotu da bozdurdum. Aynı gülümseyen kadın, aynı paraları yine uzun uzun inceleyip bu sefer sorun çıkarmadan kabul etti.

Akşam seansı önce bir barla başladı. Erdoğan şehri daha iyi anlamamız için bizi Bangkok’un meşhur barlarından birisi olan Vertigo’ya götürdü. İstanbul’daki karşılığı 360 ama 360’ın manzarası daha güzel. Vertigo bana pek ilginç gelmedi, zira tepeden bakınca Bangkok öyle fazla ilgi çekici bir yer değil. Bütün gördüğünüz, civardaki uluslararası dev şirketlerin gökdelenleri sadece. Yine de, gitmek isteyen için Banyan Tree otelinin tepesinde.

Vertigo

Vertigo’dan Manzara Dünyada Herhangi Bir Büyük Şehir Olabilir

Vertigo’dan çıkıp güzel bir tik (suya dayanıklı tropik bir ağaç) bina içindeki geleneksel bir restorana gittik (İnternette Ruen Mallika diye arayabilirsiniz, şehrin merkezine yakın).

Tayland’da kötü yemek yemedim, diyebilirim ama bu denen yer Mallika en iyisiydi. Tayland yemeklerini üniversite yıllarında ilk denediğim günden beridir palmiye yağına, rendelenmiş fıstıklarına, cins cins eriştelerine ve acı/tatlı kombinasyonuna bayılırım (oraya kadar gitmişken, Seha yüzünden yağda kızarmış bir çekirge yiyememiş olmak içimdeki tek uktedir).

Restoran çok geleneksel olunca, ayakkabıları çıkarıp yerde oturma olasılığınız da artıyor maalesef. Madem Tayland’a gelmişiz, önce Taylandlılar gibi yere bağdaş kurarak oturmayı denedik. Bir süre sonra belimden aşağısına kan gitmez olunca söylenmeye başladım ve nihayet aşağı kattaki masalardan birine geçtik.

Mallika

Ilkokul Hayat Bilgisi Kitabimizda “Yemeğinizi yer Masasinda Yerseniz
Dik Oturmadığınızdan Yemeği Hazmedemezsiniz” Yazardı. Taylandililarin Haberi Yok

Restoranın sahibi dahil bütün çalışanları kadındı. Çok az ingilizce biliyorlardı ama Erdoğan ve Esther’in Taylandcaları anlaşmaya yetyordu. Patlayıncaya, çatlayıncaya, tıksırıncaya kadar yedim. Acıları bastıkça bir elimle terimi, bir elimle şırıl şırıl akan burnumu sile sile yedim durdum. Yemek sonunda süper süslü bir şekilde sanat eseri şeklinde kesilmiş soğuk karpuz geldi.

Çıkışta bindiğimiz taksi, kıvrımlı tek yön yolda ilerlerken karşıdan bir araba geldi, az kalsın tahtalı köyü boyluyorduk. İstanbul’da olsa bizim şoför inip karşıdan gelene çata çuta levyeyle girerdi. Ama gene klasik bir Taylandlı tavrı gördük. Taksici sinirden delireceği yerde, sanki hayatının en komik fıkrasını dinlemiş gibi katıla katıla güldü. Ters yönden 100 kilometreyle viraj dönerek gelen hayvan da gülümseyerek özür diledi. Yolumuza devam ettik, feshupanallah.

Prenses
Taksi bizi sabah koştuğumuz parkın tam kaşısındaki Brown Sugar isimli bara bıraktı. İçeride Taylandlı bir grup blues söylüyordu. Aslında hiç fena değildi ama Taylandlı gençlerin “Pamukları toplarken elceğizim kanadı, gittim güzel karımın elinden domuz kulağı çorbası içtim. Yemek yerken camdan kaçmaya çalışan karımın sevgilisini de kıçından vurdum. Ooof bu hayat çekilmez” neviinden sözleri olan şarkılar söylemesinin garipliği dikkatimden kaçmadı..

O barda birer içki içtikten sonra çıkıp yandaki bara geçtik. Orada da birer tane içtik. Tam bir sonraki bara geçiyorduk ki, bir manga askerin nöbette olduğunu ve askeri ciplerin kaldırımı doldurduğunu fark ettik. Erdoğan, kraliyet ailesi mensuplarından bir kıymetlinin içeride olduğunu tahmin etti. Bunun üzerine yandaki sokak satıcısından aldığı tavuk satayın çöp şişini yağlı parmaklarıyla çekmeye çalışan şişman bir arkadaşa danıştım. Arkadaşın kendi değil ama yanındaki kız çok iyi İngilizce biliyordu. Bize içeride prenses ve ekürisinin olduğunu, ama içeri zor gireceğimizi, zira korumaların her tarafı doldurduğunu söyledi. Prenses Amerika’da üniversiteyi yeni bitirmiş ve memleketine dönmüş. Teee Bangkok’lara geldik de prensesi görmeden gitmeyelim deyip, kalabalığı yararak içeri daldık.

Taylandlılar zaten çok kibar insanlar, bizim gibi yabancılara da ekstra kibar oldukları için Tayland popu çalan tıklım tıklım barda rahatlıkla ilerledik. Köşede prenses ve arkadaşları eğlence halindelerdi. Bir delikanlıya hangisinin prenses olduğunu sordum, erkek arkadaşının kucağında oturan, beli açık, dar jean pantolonlu bir kızı gösterdi.

Prenses

Benim Gordugum Pek Buna Benzemiyordu

“Aaa bu muymuş?” falan derken birden müzik kesildi ve bize doğru kalabalığı yararak mangacı başı Feyzullah (Taylandca ismi Feyzullasonthanasunpunporn) gelmeye başladı. Ben hafif de çakır keyif olduğum için rütbesine saygı babında hemen bir selam çaktım. Feyzullasonthanasunpunporn istifini hiç bozmadan başını hafifçe eğerek selamımı aldı ve prenses ve arkadaşlarının yanına seğirtti.

Feyzullasonthanasunpunporn’un açmış olduğu yola askerler sağlı sollu dizildiler ve prenses ve arkadaşları halka değmeden askerlerin arasından çıkışa doğru ilerlemeye başladılar. Bir dakika önce müzikle inleyen bar bir anda “zifiri” sessizliğe bürünmüştü. Prenses tam yanımızdan geçerken İngilizce “Prenses, seni çok seviyoruz!” dedim. Kibar prenses dönüp bana bütün Taylandlılar gibi kocaman gülümseyerek el salladı!

Erdoğan olayın şokunu atlatır atlatmaz beni azarladı.  Meğersem Tayland’da kraliyet ailesi en önemli tabuymuş ve benim dalga geçtiğimi zannederlerse hapsi boylarmışım. Benim hapsi boyladığım yetmez, muhtemelen o da sınır dışı edilirmiş.  Ben bunları bloguma da yazacağımı söyleyince, “Ben olsam yazmazdım,” diye uyardı! (Hello Aurelien!)

Bu olaydan bir buçuk sene sonra, Tayland Kralı’nın kafasına ayak konan bir fotomontaj video gösterildi diye Tayland’dan Youtube’a erişim engellendi! (Tanıdık geliyor mu?) Anlaşılan Erdoğan fazla abartmıyormuş.

Eve dönüp klimamızı kökledikten sonra, “Oh! Tayland’a geldik, prensesi de gördük” diye mutlu mutlu uyudum.

2 Replies to “Bangkok – Yapış Yapış Bir Cumartesi”

  1. yemekler konusunda imrendim sana. ben aç kaldım. o koku yok mu o koku, öldürür adamı.

    bi de çok alakasız olacak ama ben 7. ayımda burada “gulle” dedikleri şeyin bildiğimiz misket olduğunu anca öğrenebildim.

Yorum Yazınız / Leave a Reply